Ana Sayfa
28 Aralık 2022 ( 85 izlenme )
Reklamlar

TARİHİ SEYRİ İÇİNDE KUDÜS VE YAHUDİ DEVLETİNE GİDEN YOL

Yerin göge en yakın noktası olan bu kutsal mekan: "Gök yüzünde kurulduğu için mi kutsaldır yoksa "kutsal oldu gu için mi "gökyüzünde kurulmuştur" bilinmez ama asırlardır Kudüs kutsal olmanın bedelini ödemektedir. Zeytin Dağı'na çıkıp, yönünüzü şehre döndüğünüz zaman sarsılır, büyülenir aynı zamanda kendinizi huzurlu hissedersiniz. Ayrıca tarihin huzurunda: Peygamberler, kutsal kitaplar, isralar, miraçlar, dualar, savaşlar, barışlar, göçler, isyanlar, Intifadalar, işgaller, işkenceler, şehitler, tarihe yön veren kahramanlar, mescitler, kiliseler, kutsal mekânlar adeta bu kentin üzerinden geçit yapar. Bu kutsal şehir, size tari hin akışını değiştiren, insanlığın kaderini etkileyen olaylar karşısında hangi safta yer aldığının sorar adeta. Size kim olduğunuzu hatırlatır. Kimliğinizi kuşanmanızın sorumlulu gunu yükler üzerinize! Zira Kudüs ile kuracağınız ilişki sizin kim olduğunuzla doğrudan ilişkilidir.
Şam bölgesi ve Kudüs dünyanın en eski yerleşim bölge lerindendir. Arkeolojik kazılar şehrin tarihinin 5000 yıldan fazla oldugunu göstermektedir. Şehir tarih boyunca: Yunani, Pers, Roma, Bizans, Haçlılar, Emevi, Abbasi, Fatimi Eyyubi, Memlük, Selçuklu ve Osmanlılar tarafından yönetilmiştir. Kudüs içinde barındırdığı ilahi ve kutsal mekânlardan dolayı, burayı yönetenler tarafından gelin gibi süslenip, göz bebeği gibi bakılmıştır. Kudüs, her ne kadar yedi kez yıkılıp yeniden yapılmış ise de kendine özgü yapısıyla hälä kendini muhafaza etmektedir.
Kudüs şehri Filistin toprakları üzerinde çok imtiyazlı bir yerde kurulmuştur. Arap dünyasının merkezinde; hatta Arap dünyasını meydana getiren ülkelerin de dört yol kav şağındadır.
Kudüs üç semavi din olan Museviler, Hristiyanlar ve Müslümanlarca kutsal sayılır. Bu yüzden hassaten Kudüs, tarih boyunca üç ayrı dine mensup inananların kutsal saydıkları bir şehirdir. Her üç din için de bu merkeze hâkim olma hayali hep olagelmiştir.
Hz. İbrahim'in kurban kestiği kabul edilen Haceri Mual lak'in Kudüs'te bulunması; Yahudiler için Ağlama Duvarı'nın Kudüs'te olması; Hristiyanlar için Hz. İsa'nın çarmiha geril digi, yağlanıp yıkandığı ve gömüldüğü Kıyamet Kilisesi ve ahir zamanda İsa'nın ineceği Zeytin Dağı'nın burada olması; Müslümanların ilk kıblesinin burada bulunması, Hz. Mu hammed'in Miraç'a buradan çıkması, hiç şüphesiz tüm ilahi dinler açısından Kudüs'ü çok önemli kılmaktadır.
Yukarıda da ifade ettigim gibi çok önemli ve kutsal olan bu bölgeyi geçmişte yurt edinen Yahudiler, kendilerine Al lah tarafından vaat edildiğini düşünerek buranın gerçek sa hiplerinin kendileri olduğuna inanmaktadırlar. Bu anlayıştan hareketle Theodor Herzl'in Yahudi Devleti'ne giden yolda şu mücadeleyi vermiştir. Önce 1896 başında "Yahudi Devleti' is minde bir kitap yazdı. Avrupa dahil birçok yerde dağıtılan ki tap çokça tartışıldı. Bu kitabın yayınlanmasından bir yıl sonra "Dünya Siyonist Teşkilatı, Herzl'in çabaları ve başkanlığında, 29 Ağustos 1897'de İsviçre'nin Basel kentinde ilk "Dünya siyo nist Kongresi" yapıldı. Kongrede kararlaştırılan "Basel Prog rami" hareketin resmi çerçevesini şöyle belirledi. "Siyonizm, Yahudi halkı için Filistin'de kamu hukukunun güvencesi al tında bir yurt kurulmasını amaçlamaktadır." Böylece kurulan Dünya siyonist Teşkilatı, o günden itibaren, kapsayıcı ku rumsal yapısı ve düzenli kongreleri yoluyla, programını çiz diği siyonist hareketi özgün hedefine götürecek olan Filis tin'e sürekli göçü düzenleme ve siyasi, iktisadi ve yerleşimci faaliyetleri yürütme yolunda en temel organ oldu.
Bu bağlamda, 1880'lerden II. Dünya Savaşı'na değin göç dalgasını beş safhada ele alabiliriz.
A18821903 arası ağırlıklı olarak Rusya, Romanya ve Ga liçya'dan göç eden 2030.000 kişi.
B19041914 arası gene çoklukla Rusya'dan göç eden 35 40.000 kişi,
C19191923 arası Rusya, Polonya ve Romanya'dan gelen, aralarından İsrail'in siyasi önderlerinin de çıktığı, 35.000 kişi,
D19241931 arası özellikle Polonya'dan ayrılıp gelen 88.000 kişi, E19321938 arası ise Nazizmin yükselişiyle özellikle Orta Avrupa'dan kopup gelen 215.000 kişi.
Göç dalgasının yanı sıra Doğu Yahudilerinden olup daha ilk gençliğinden itibaren siyonist davaya kendisini adamış bu lunan Chaim Weizmann, savaş tekniğine ilişkin katkısından dolayı İngiltere'ye Yahudileri daha bir yaklaştırdı. Bu yakın laşmanın sonucu ise tarihi "Balfour Bildirgesi'nin ortaya çık masını sağladı. Bu bildiride İngiliz kabinesinde yapılan müza kerelerin ardından, ABD Başkanının da muvafakati alınarak Dışişleri Bakanı Balfour'un 2 Kasım 1917de Filistin'de Yahudi halkı için bir milli yurdun kurulması olumlu karşılandı...
Bu karar verildiğinde Filistin, nüfusunun yüzde doksan Arap ve toprağının ancak yüzde ikisi Yahudi mülkünde olan bir ülkeydi.
Bu noktada, siyonizmin nüfus ve toprak bakımından böy lesine Yahudilere uzak bir ülkede iki dünya savaşı sürecinde nasıl olup da devlet kurma noktasına kadar başarıyla ulaşa bildiğini anlamak bakımından İngiltere'nin rolünün altı çi zilmelidir. Şöyle ki, "Londra'nın siyonizmi destekleme kararı emperyalistler arası mücadelede belirsiz olmayan bir he saplamanın sonucu (olduğu gibi), ayrıca arkasında, Protes tan kültürde Yahudilerin Kutsal Topraklara geri dönüşünü tasvip eden, uzun bir geçmişi bulunan bir ideolojik anlayış da yatmaktaydı. İşte bu Hristiyan siyonizmi Filistin'de Yahu di yerleşimlerinin oluşumunu sağladı.
Böylece İkinci Dünya Savaşı çıkışıncaya kadar İngiliz emperyalizmi Filistinli siyasal toplumun belkemiğini kir mış, siyonizmin o savaş sonrasındaki zaferine giden yolu açmış bulunuyordu. Zira 1917 sonlarına gelindiğinde, Fi listin'in simgesi Kudüs'ün düşüşü, Osmanlı idaresi için butopraklarda nihai sonun başlangıcı oldu. Aralıklı süren çarpışmalar sonunda Eylül 1918'e kadar Ingilizler Filistin topraklarının tümünü ele geçirdi.
Tam bu noktada, siyonizmin ilerleyişiyle sonraki yıllar da doğacak haksızlık ve çarpıklıkları anlamak bakımından, bölgenin o tarihteki nüfus kompozisyonuna ilişkin bir hatir latmada bulunmak gerekirse: 748.128'lik toplamda: 611,098 Müslüman, 58.728 Yahudi, 70.429 Hristiyan, 7.268 Dürzi, 162 Şii ve 443 diğerleri bulunmaktaydı. Bu durumda, Filistin'de, Yahudi nüfusunun ancak yüzde beşi bulduğu da hatırlanırsa ülke halkının yüzyıllar boyunca Arap temelli olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
İngiltere'nin idareyi ele alışıyla rahatlık kazanıp hızlanan Yahudi göçleri ve 1923'e kadar hızı kesilmemek üzere Filis tin'e daha sistemli bir şekilde devam etti.
Savaş sonrası modern dünya ve uluslararası hukuk şekillenirken, içinde önemli bir ilke olarak beliren "kendi geleceklerini belirleme hakkı" doğrultusunda 1920'deki San Remo Konferansı Filistin'i Şeria Nehri'nin doğusundaki topraklarla birlikte İngiliz mandasına tevdi ediyordu. Belirtmek gerekir ki, sözü edilen Doğu bölgesi İngiltere tarafından çok geçmeden ayrılarak oluşturulan Trans Jordan Emirliği'ne verildi. Bu emirliğin başına da savaş sırasında isyan için ya nuna çektiği Şerif Hüseyin'in oğlu Emir Abdullah' getirdiler.
Yeni düzenin uluslararası organı olan Milletler Cemiyeti aldığı kararla manda idaresini 24 Temmuz 1922'de onayladı. Ingiltere, manda hukukunu oluşturan 1922'deki metne, "Ya hudi halkın Filistin'le tarihi bağları ve bu ülkede yeniden bir yurt edinme hakkını tanıma şeklindeki başlangıç ifadele thyle Balfour Bildirgesinin katılmasını sağlamıştır.
Bu hakkın gerçekleşmesi için şartları oluşturma ve göçle gelip toprak edinmeye imkân sağlama sorumluluğu da baş ka maddelerle metne dahil edilmişti. Bu ise hukuk dışılığı ve karmaşayı arttıracaktı. Zira yeni oluşturulan uluslararası hukuka göre Filistin "A sınıfı" manda ülkeler arasında kabul edilmekte; Cemiyetin Misakına göre ise bu sınıftakiler, ken dilerini ayakta tutacak teşkilatlanmalarını tamamlayıncaya kadar, Mandater devletin ancak idari tavsiye ve yardımla rina tabi bulunup, sonunda içlerindeki halk çoğunluğunun geleceklerini belirleme hakları doğrultusunda bağımsız varlik kazanacaklardı. Buna rağmen İngiltere'nin Yahudilere verdiği taahhüdü manda metni içine sokması ve idari tavsi yenin ötesinde bir yönetim kurup yürütmeye başlamasıyla Filistin'de hukuk dışı bir gelişmenin önü açılmış oluyordu.
Bu noktada yeri gelmişken, İngiltere'den sonra siyonist hareketin hedefini gerçekleştirmesi ve ardından devlet ola rak varlığını sürdürmesinde 20. yüzyıl boyunca en temel rolü oynayacak olan ABD'nin de, aynı manda yönetiminin resmileştiği sıralarda, 21 Eylül 1922 tarihli Kongre kararıyla. Balfour Bildirgesi metnine benzer ifadelerle, Filistin'de Ya hudi devletinin kurulmasını uygun görmüştür.
Daha önce işaret edilen nüfus gerçeği karşısında çar pıklığı açık bu manda düzenlemesi tabii olarak, Müslüman yahut Hristiyan, Filistinli Arapların tepkisini çekecektir. Do layısıyla, bu tarihten itibaren manda dönemi boyunca, "Ya hudiler bu dönemde Filistin'e mümkün olduğu kadar fazla Yahudi göçünü sağlamağa çalışırken, Araplar da bir yandan bu göçleri engelleme ve öte yandan da, Filistin'de bağımsız bir devlet kurmak için çaba harcıyorlardı. Ne var ki bu ikili mücadelede Araplar karşısında, siyonist hareketin kurumsal hali ve planlı çalışmaları, daha iyi ilerlemelerini sağlıyordu. Bu ilerlemede Manda idaresinin payı da unutulmamalıdır.
1920'lerde başlayan çatışmalara karşı Filistin'deki Yahudi leri savunma iddiasıyla kurulan "Haganah" silahlı gücü bü tun Filistin'e yayıldığı gibi, ayrıca gizli terör örgütü olarak da çalışıyorlardı.
1 Eylül 1939'da Almanya'nın Polonya'yı işgal etmesiyle pat Jak veren İkinci Dünya Savaşı ise, siyonizmin tarih yolculu gunda yeni ortaya çıkardı. En kayda değer gelis me ise savaş sırasında artan Hitler zulmünden dolayı dünya kamuoyunda desteğini artıran siyonistler İngiltere'den uzak laşarak, ABD'ye yakınlaştılar. 11 Mayıs 1942 tarihinde ABD'nin New York kentindeki Biltmore Hotel'de gerçekleştirilen si yonist konferansı bunu göstermektedir. Biltmore programi olarak anılan olağanüstü toplantıda ilk kez Filistin'de bir Ya hudi yurdu kurulmasından bahsedilmiştir.
Biltmore programı bir yandan siyonizmin devlet talebini daha da resmileştirmiş bir yandan da İngiltere'yle bozulan ilişkilerin ardından siyonist hareketin stratejik bağımlılık ibresinin günümüze kadar süregelmek üzere ABD'ye dönü şünün işaret levhası olmuştur. Olayların gelişimi itibarıyla, Filistin'de yukarıda sözü edilen çatışmaların çok yönlü sü receği, bu arada özellikle Manda yönetimine karşı siyonist şiddetin de özel bir görünürlük kazanacağı bu savaş resmen bittiğinde ise, yeni bir uluslararası düzen ve bağlayıcı or ganı olarak BM Teşkilatı'nın yanı sıra güç politikasında ABD dünya sahnesine çıkmış oldu. Filistin üzerinde apaçık çakı şan çıkarlar ve siyonist liderlerin bilinçli çabaları da ABD'nin lyiden iyiye Yahudi meselesine eğilmesi sonucunu doğurdu.
Bu sıralarda Filistin'deki gelişmeler ArapYahudi çatışma larımı ve Yahudi terör faaliyetlerini iyice hızlandırmıştı. Bu sebeple de, sıkıntısı iyice artmış durumda olan 1946'da bir sıkıyönetim ve ilintili savunma kanunlarını Filistin'de uygu lamaya başlayan İngiltere yapması gerekeni yaptıktan sonra bu sorunu BM'ye devretti. Genel Kurul'un bu konuda araş tırma için oluşturduğu bir özel komitenin 1947'deki sonuç raporunda, ancak bir çoğunluk planı olarak, bir ekonomik birlik altında bölgenin iki halka taksimini önerdi. Yoğun iti razlara rağmen, 29 Kasım 1947'de oylanmak üzere Genel Ku rul'un önüne geldi. Gerekli üçte iki oy çokluğunu sağlamak için, Kurul üyesi küçük devletlerde mevcut plana karşı yay gin direnç Amerikan şantaj ve rüşvet gücünün altında kala rak, Kurul taksim kararını verdi. Buna göre ise Filistin, Kudüs ve çevresi için öngörülen bir milletlerarası statü ile o bölge hariç tutularak, yedi kısıma ayrılıyordu. Üçer bölge Araplara ve Yahudilere, yedincisi olan Yafa ise Yahudi bölgeleri içinde kalmış ayrı bir parça olarak gene Araplara veriliyordu.
Kararda belirlenen oranlamaya göre, Filistin topraklan nın yarıdan fazlasının (yüzde 56,4'6) Yahudilere verilmesi demekti. Bu duruma ise o günün şartlarında bile nüfus den gesi açısından anlam verebilmenin güçlüğünü göstermek için, 1946'daki nüfus oranına bakmak yeterlidir. 1.942.350y bulan nüfusun yüzde 60'ı Müslüman, yüzde 31'i Yahudi, yüz de 8'i Hristiyan ve yüzde l'i de diğer azınlıklar.
Bu nüfus gerçeğine bakılacak olursa, Arap cephesinin ka bullenmesi mümkün olmayan bu Taksim kararı, siyonizmin özgün hedefine giden bir yol oldu. Verilen bu kararın ardın dan ingiltere'nin manda idaresini 15 Mayıs 1948'de sona er direceğini söylemesi bulunmaz bir fırsat oldu. İngiltere F listin'den çekilirken, yani 14 Mayıs günü Tel Aviv'de toplanan bir grup siyonist önder, İsrail adını verdikleri devletinin ku rulduğunu dünyaya ilan ettiler. İlandan dakikalar sonra ABD hemen tanıdı.
Ancak bu tanınma son nokta olmayacaktı. Zira hemen ardından başlayan ilk ArapIsrail Savaşı sonunda, Temmuz 1949'da ulaşılan diğer bir tarihi nokta, İsrail'in Kudüs'ün ba tısı da dahil olmak üzere Taksim Kararı'nda ayrılan sınırla nepeyce aşan topraklara sahip olması, Filistin'den geriye kalan Gazze'nin Mısır'ın ve Doğu Kudüs ile birlikte Batı Şe ria'nın Ürdün'ün eline geçmesi oldu. Bu Filistin'in yaklaşık yüzde 78'inin İsrail'in eline geçmesi demekti.
BM Güvenlik Konseyi'nin 242 sayılı kararıyla 1967'den iti baren, bir yandan Filistinlilerin milli haklarının, bir yandan da İsrail'in onlara ait olup işgal ettiği topraklardan çekilme si isteniyordu. Fakat bu ve bundan sonra alınan kararlar ne uygulandı ne de uygulanması için gereği yapıldı.
Hiç şüphesiz Yahudi Siyonizmi'ne en büyük desteği İngi lizler vermiştir. İngiliz politikacıları 1840'lı yıllardan itibaren Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması projesini ele almaya başlamışlardı. İngilizler savaşın yarattığı askerî ve siyasi or tamdan hareketle siyonizmin bir "devlet politikası" olduğu nu benimsemiş ve buna göre pozisyon almıştır. Bunu ger çekleştirirken de dünyadaki Hristiyanları rencide ederek, hatta müttefiki olan Fransa'nın dahi menfaatini hiçe sayarak yapmıştır. Bunu yaparken de beklentisi şunlardı:
Siyonistlerin hizmetlerine karşılık olarak İngilizler, ta viz üstüne taviz vermiştir. Verilen tavizin en büyüğü Kasım 1917'de İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour'un yayınladığı ve tari hi "Balfour Deklarasyonu'dur.
1917'de yayınlanan "Balfour Bildirisi"nde İngiliz hüküme ti Filistin'de milli bir Yahudi devletinin kurulmasından yana olduğunu tüm dünyaya açıkça ilan etti.
Devam eden bu sürecin sonunda dünyanın muhtelif yer lerinde yaşayan Yahudilerin buraya göçleri temin edilmeye çalışıldı. Gelen Yahudiler her fırsatta huzursuzluk çıkar tırken İngilizler, bırakınız zulüm yapanları cezalandırmayı Müslümanları suçlamaya çalıştılar. Bu şartlar altında 1948 yılına kadar devam eden sürecin sonunda İsrail denen dev let sun'i de olsa kuruldu.
Kurulduğu/kurdurulduğu tarihten günümüze ne kendi leri ne de bulundukları bölge insanında huzur bırakmadılar. Gözüken o ki, bu gidişle bölgedeki huzursuzluk daha da de vam edeceğe benziyor.
ULUSLARARASI HUKUKA GÖRE KUDÜS UN STATÜSÜ

Kudüs, tüm semavi dinler için kutsal olan, değeri ve önemi kuşku götürmeyen bir şehirdir. Biz Müslümanlar için Kudüs, en başta Peygamber Efendimizin (s.a.s.) miraç yolculuğunun ilk durağı ve Müslümanların ilk kıblesi olan Mescidi Aksa'ya ev sahipliği yapması itibarıyla kutsal bir beldedir.
Kudüs'ün statüsüne ve genel olarak Filistin sorununa adalet ve hakkaniyet eksenli olarak bakıldığında, Filistin topraklarını işgal ve terör yoluyla gasp etmiş olan İsrail'in Filistin topraklarındaki hâkimiyetinin uluslararası hukuk açısından tamamıyla yasa dışı olduğuna hükmetmek ge rekir. Hem 19221947 yılları arasında (19171922 arasında ise Filistin'de İngiliz askerî yönetimi hâkim olmuştur.) hü küm süren İngiliz Manda yönetimince izlenen politikalar, hem de Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu'nun 1947'de Filistin'i ikiye bölme planı, İsrail'in 'devlet olma mücadele sinin yasa dışı ve gayrimeşru olduğuna işaret etmektedir. Birincisi, Yahudilerin Filistin topraklarına genellikle İngiliz Manda yönetiminin gözetiminde getirilmesi, bir insan gru bunun başkalarına ait topraklara yapay olarak göç ettiril mesi itibarıyla bir yanıyla sömürgecilik' olarak, bir yanıyla da Yahudilere peşkeş çekilen topraklarda kahir oluşturan Filistin halkının kendi geleceğini belirleme hak kı'nın (selfdetermination) açık bir gaspi niteliğiyle tebarüz etmiştir. Her iki durumda İsrail Devleti'nin kuruluşuna gi den sürecin uluslararası hukuk açısından 'sakat' olduğunu göstermektedir. İkincisi, BM Genel Kurulu, BM Kurucu Ant laşması'na göre 'bağlayıcı' karar alma yetkisine sahip değil dir. O nedenle 181 sayılı taksim kararı hukuken geçersizdir. Üstelik bu karar tasarısı daha önce iki kez Genel Kurul'da üçte ikilik oy çokluğunu yakalayamamış, üçüncü kez yapı lan oylama öncesinde ve sonrasında ABD bu plana olumlu oy vermeleri için birçok ülkeye ya vaatlerde bulunmuş ya da onları tehdit ve şantajla yıldırmıştır. Tehdit ve şantajla alınan kararlar ise devletlerin serbest iradelerine yönelik açık bir saldırı niteliğinde olduğundan, uluslararası hukuk ça yasaklanmıştır. O nedenle adalet ve hakkaniyet eksenli bir uluslararası hukuk yaklaşımı içinde bakıldığında, İsrail'in hem yasal hem de meşru olmaktan uzak bir 'devlet' oldu ğu görülecektir. O nedenle hem Filistin'in hem de pek tabii olarak (birleşik) Kudüs'ün Filistin halkına ait olduğunu be lirtmek gerekir.
Buna karşılık, Kudüs ve daha genel olarak Filistin mese lesine, küresel güç dengelerini ve bir kısım oldubittileri göz ardı etmeyen bir tutumu esas alarak, yani adalet kaygılı ve hakkaniyetçi değil, 'soğuk bir pozitif hukuk penceresinden bakıldığında, uluslararası hukuk planında ortaya çıkacak tablo karşımıza farkh bir resim çıkarmaktadır. Bu yazınm bundan sonraki kısmında yapılacak tahliller, bu türden bir ühislararası hukuk yaklaşımını esas almaktadır.
En başta belirtelim ki, Kudus, tüm semavi dinler için kut sal olan, değeri ve önemi kuşku götürmeyen bir şehirdir. Biz Müslümanlar için Kudus, en başta Peygamber Efendimizin (sas) miraç yolculuğunun ilk durağı ve Müslümanların ilk kablesi olan Mescidi Aksa'ya ev sahipliği yapması itibariy la kutsal bir beldedir. Tam dört yüz yıl boyunca Osmanlı Devletinin egemenliği altında kalan Filistin, Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından işgal edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı daha bitmeden, 1917'de, Filistin topraklarımı iş gal etmiş olan İngiltere, tüm dünyaya ilan ettiği Balfour Bil dirisi ile Filistin'de Yahudiler için bir ulusal yurt' oluşturu lacağı müjdesini' (1) vermiştir. İçinde Kudüs'ü de barındıran Filistin topraklan 1922 yılında Milletler Cemiyeti'nin göze tim ve denetimi altında, Ingiliz Manda rejimi altına girmiş tir. Filistin'i manda rejimine bırakan uluslararası hukuk bel gesinde Kudüs'ün statüsüne ilişkin özel bir hüküm yoktur; buna karşılık 13. ve 14. maddeler, buradaki kutsal mekânlara ilişkin bazı güvenceler getirmektedir. Manda yönetimi sıra sinda bir bütün olarak Kudus, Filistin topraklarının ayrılmaz bir cüzünü teşkil etmiş ve hatta bu şehir Manda yönetimi altındaki Filistin'in yönetim merkezi konumunda olmuştur.
HM Genel Kurulu'nun Filistin topraklarının Araplar ve Ya hudiler arasında taksimine ilişkin 1947 yılında kabul ettiği 181 sayılı karar ise, Kudüs'ün, yönetimi BM'ye bırakılmak üzere Whislararası bir şehir statüsünde olmasını öngörmüştür. Uluslararası hukukta bu türden bir hukuksal statuye corpus separatum denmektedir. Bilindiği üzere, Kudüs'ün uluslara Tasi bir rejim altına konmasını (da) öngören bu taksim planı tam anlamıyla hayata geçirilememiştir. Bu plana önceleri 'so ğuk bakan siyonistler (Kendisine Filistin topraklarında dev let kurmayı hedef edinen Yahudi milliyetçiliği) bir süre sonra taksim planını desteklediklerini bildirdiler. Arap ülkeleri ise, kuşkusuz haklı gerekçelerle bu planı ellerinin tersiyle itmiş ler, BM Kurucu Antlaşması hükümlerine göre, bağlayıcı ol ması hukuken mümkün olmayan 181 sayılı BM Genel Kurul kararında Filistin topraklarının yüzde 56'sının, birçoğu kısa bir süre önce bu topraklara göçen, fakat buna rağmen 1947 yılına gelindiğinde Filistin coğrafyasındaki nüfusun yalnızca üçte birini teşkil eden, buradaki arazilerin en iyi ihtimalle yüzde 7'sine sahip olan Yahudilere bırakılmasının akıl, izan ve adaletle bağdaştırılamayacağını ifade etmişlerdir.
Taksim planı çerçevesinde 'uluslararası bir şehir statüsü ne konulmuş olan Kudüs, 194849 ArapIsrail savaşları sıra sında İsrail tarafından işgal edilmiştir. Buna karşılık, Ürdün de Doğu Kudüs'ü işgal etmiştir. (Ürdün, 1988'de buradaki egemenlik iddiasından vazgeçmiştir.) Başka bir deyişle, Ku düs bu savaştan sonra fiilen ikiye bölünmüştür. İsrail'in Bat Kudüs üzerindeki egemenlik iddiaları bugüne dek uluslara rası toplumca açıkça tanınmış değildir. Buna karşılık birçok devlet İsrail'in Batı Kudüs üzerindeki kontrolünü fiili olarak (de facto) tanımıştır. 1949'da imzalanan İsrailÜrdün Genel Ateşkes Anlaşması, Kudüs'ün bu fiili bölünmüşlüğünü onay lamıştır, lakin bu durum Kudüs'ün hukuki statüsü üzerinde herhangi bir etkide bulunmamıştır.
İsrail, 1948'de işgal' yoluyla ele geçirdiği Batı Kudüs'ü İsra devleti ile bütünleştirmek için bir dizi girişimde bulunmuş tur. Söz gelimi, İsrail Yüksek Mahkemesi Eylül 1948'de buraya taşınmış, Parlamento ise 1949'da burada toplanmıştır. Ar dindan birçok bakanlık ve kamu kurumu buraya taşınmıştı 1950'de ise, doğusu kendi hakimiyetinde olmadığ hälde, Kudüs İsrail'in başkenti ilan edilmiştir. Kuşku yok ki, İsrail'in devlet' olarak tanınması, onun Manda yönetimi altındaki Fi listin topraklarının bütünündeki egemenlik iddiasının tanın ması anlamına gelmemektedir. O hâlde 1948'de 'devlet' olma iddiasıyla zuhur ettiğinde İsrail'i 'tanıyan' bir devlet, taksim planında öngörülen, Manda yönetimi altındaki Filistin top raklarının yüzde 56'sında kurulmuş olan devleti tanımış ol maktadır. Başka bir deyişle, böyle bir tanıma İsrail'in 194849 Arapİsrail savaşında başta Batı Kudüs olmak üzere ele ge çirdigi geniş toprakların (1949 Ateşkes Sınırları) yasal olarak israil'e ait sayıldığı anlamına gelmemektedir.
İsrail işgal yoluyla ele geçirdiği Batı Kudüs'ü bu tarihten sonra kendi ülke topraklarının bir parçası olarak uluslara rası topluma kabul ettirme stratejisi izlemiştir. Oysa askeri güç kullanımı yoluyla toprak ele geçirilmesi 1945 tarihli BM Kurucu Antlaşması çerçevesinde (2/4. madde) yasaklanmış tir. Nitekim Haziran 1967'de patlak veren ve İsrail'in komşu Arap ülkelerine saldırısıyla Altı Gün Savaşı sonrasında, İsra il'in Kudüs'ün tamamı üzerindeki egemenlik iddiası, BM ta rafından hep reddedilmiştir. İsrail'in bu savaşta ele geçirdiği geniş topraklar arasında, o sırada Ürdün hakimiyetinde bu lunan Doğu Kudus de vardı. İsrail BM Güvenlik Konseyi'nin kabul etmiş olduğu 242 sayılı karara rağmen, bazı istisnalar hariç, işgal ettiği topraklardan bugüne dek çekilmemiştir. Daha da ötesi, bu yazının konusu olan Batı ve Doğu Kudüs'ü birleştirmek amacıyla, Israil, medeni hukukunu Doğu Ku düs'e de teşmil etmiştir. Yine aynı devlet, 1980 yılında çıkar di bir yasa ile birleşik Kudüs'ün İsrail'in başkenti olduğunu ve bu şehrin bundan böyle önemli bazı devlet kurumları nev Doğu Kudüs'ü resmen ilhak ettiğini ilan etmemiş olsa da, sahipliği yapacağını ilan etmiştir. Bu yasa ile İsrail Doğu Kudüs u resmen ilhak ettiğini ilan etmiş olsa da, bu durum, yani birleşik başkent olma iddiası, aslında fiili bir ilhaktan başka bir şey değildir. Nitekim 20 Ağustos 1980 ta rihinde BM Güvenlik Konseyi'nce kabul edilen bir kararda, İsrail'in kabul ettiği bu yasa çok güçlü ifadelerle kınanmış. bu durumun uluslararası hukukun açık bir ihlali olduğu ifa de edilmiştir. Kararda tüm devletlere çağrı yapılarak Ku düs'ün statüsünü tek yanlı olarak değiştiren bu yeni yasay 'tanımamaları' istenmiştir. Son olarak, bu kararda, Kudüs'e taşınmış olan yabancı elçiliklerin misyonlarını buradan geri çekmeleri talep edilmiştir.
Öte yandan, İsrail, 1967 savaşı sonrasında Filistinlilerin ya şadığı Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te yasa dışı yerleşimler inşa etmeye başlamıştır. Bugün yüzbinlerce Yahudi yerleşimci buraları mesken edinmiş bulunmaktadır. Bu durum savaş hukukunu düzenleyen 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri'nin ve teamul hukuku kurallarının açık bir ihlali niteliğindedir. Bu yasa dışı yerleşimlerin bir oldubitti ile uluslararası hukuk açı sından yasallık kılıfına büründürülmesi söz konusu olamaz.
Uluslararası toplumun Filistin'in dramına kayıtsız kaldı ğı düşünülürse, Kudüs'ün nihai statüsünün, İsrail ve Filistin tarafları arasında kabul edilen 1993 tarihli İlkeler Bildirisi ve 1995 tarihli Ara Anlaşma'da öngörüldüğü üzere, İsrail ile Fi listin arasındaki nihai bir barış anlaşmasına göre şekillenece ği ileri sürülebilir. Şayet müzakereler normal bir diplomatik seyir izliyor olsaydı, bu mübarek şehrin İsrail ile Filistinliler arasında bölünüp bölünmeyeceği, birleşik Kudüs'ün başlan gıçtaki taksim planında öngörüldüğü üzere uluslararası bir yönetim altına bırakılıp bırakılmayacağı ya da herhangi bir başka rejime tabi kılınıp kılınmayacağı taraflar arasındaki müzakereler sonunda belirleniyor olacaktı. Ne var ki, İsrailin "barış süreci konusunda samimiyetsiz olduğu bugüne dek defalarca tescillenmiş bulunmaktadır. Çeçenlerin Rusya için söylediği bir sözden yola çıkarak, bu saldırgan ve hukuk ta nımaz devlete ilişkin şunu söyleyebiliriz: "İsrail'le yapılan bir anlaşma, ancak metnin üzerine yazıldığı kağıt değerindedir!"
Öyleyse, şu hususları vurgulayarak yazımıza son verelim: İsrail'in Kudüs üzerindeki egemenlik iddiasının sağlam da yanakları yoktur. Taksim kararı olarak bilinen 1947 tarihli 181 sayılı BM Genel Kurul kararı, Kudüs'ün ileride Yahudilerce kurulması düşünülen devletin (İsrail) sınırları içinde ola cağım öngörmekten uzaktır; aksine, bu kararda, Kudüs'ün 'uluslararası' bir şehir olması (corpus separatum) ve BM'nin idaresi altına konması öngörülmüştür. (Tabii, unutmamak gerekir ki, BM Genel Kurul kararları ilke olarak bağlayıcı de ğildir.) İsrail, bugün, hem Batı hem de Doğu Kudüs'ü (mu harip) 'işgalci devlet olarak elinde tutmaktadır. Uluslararası hukuka göre askeri güç kullanımı yoluyla toprak işgali, iş galci devlete o topraklar üzerinde egemenlik hakkı verme mektedir. O nedenle, İsrail'in Kudüs'ün bütünü üzerindeki hakimiyet iddiası uluslararası hukuka göre geçersizdir.
İnşallah birleşik bir Kudüs'ün Filistin devletinin başken ti olduğu günleri de göreceğiz. Kudüs'ün hem Osmanlılar hem de İngiliz Mandası döneminde Filistin topraklarının mütemmim bir cüzü ve idari başkenti olduğu düşünülürse, Filistin halkının (bir bakıma, aynı zamanda, İslam dünyası adina) Kudüs üzerindeki egemenlik iddiasının sağlam huku ki temelleri olduğu görülecektir.

Yazan: Ahmet Belada Prof. Dr. Berdal ARAL

Önerilen Videolar

Reklamlar

Bunlar da İlginizi Çekebilir

Doğalgaza göre %30 daha tasarruflu yerli ısıtma cihazı Yerli insansız kara aracı 'İKA' Türkiye'nin ilk deniz füzesi Atmaca'nın son test atışı başarıyla gerçekleştirildi. Akdaş AK-40GL 40 mm Bombaatar silahımız